28 Kasım 2011 Pazartesi

Anne Karnında 21 Haftalık Fetus

Anne karnında 21 haftalık fetusa operasyon ile müdahale edilmesi sırasında, bebeğe müdahaleyi yapan operatörün Dr Bruner'ın elini tutarak kendisinden güven ve yardım bekleyişinin olağanüstü görüntüsü. Anne karnında gerçekleşen ameliyat dünyaya gözlerini sağlıklı bir şekilde açmasını sağladı. Yüzyılın fotoğrafı seçilmiş!.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

14 soruda nükleer santral


Nükleer santraller riskli midir? Türkiye'de neden yapılıyor? Zararları nelerdir? Japonya'da yaşanan nükleer santral patlamasının ardından TAEK'e onlarca soru geldi. İşte o sorular ve cevapları...


Türkiye'nin resmi nükleer ve radyasyon takip kurumu olan Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'na (TAEK) hergün onlarca soru geliyor. TAEK'e sorulan bazı sorular ve yanıtlar şöyle;
SORU: Atom nedir?
TAEK: Bir elementin kimyasal özelliklerini taşıyan en küçük parçasına atom denilmektedir. Evrende bilinen bütün maddeler (kozmik madde, yüksek enerjili madde ve anti madde hariç), pozitif yüklü bir çekirdek ve etrafında dönen negatif yüklü elektronlardan oluşan yaklaşık 100 farklı atomdan meydana gelmektedir.
SORU: Nükleer reaktörler enerji dışında bir şey üretir mi?
TAEK:
 Nükleer reaktörler, tıp ve endüstride kullanılan yararlı radyoizotopların üretilmesinde de kullanılırlar. Kanser tedavisinde, boru kaynaklarının tahribatsız muayenesinde kullanılan kobalt-60, tiroid bozukluklarının teşhis ve tedavisinde kullanılan iyot-131, doktorların vücut içini görme amacıyla çeşitli tarayıcı cihazlarda kullanılan teknesyum-99, akciğer havalanmasının ve kan akışının ölçülmesinde yararlanılan ksenon-133, bu izotoplara örnek olarak verilebilir.
SORU: Nükleer santraller riskli midir?
TAEK: Bütün elektrik üretim seçenekleri ve diğer teknolojiler risk taşır. İsviçre'de Paul Scherrer Enstitüsü tarafından yapılan bir çalışmada 1969-1996 yılları arasında ticari tesislerde enerji ile ilgili 4 bin 290 kazada meydana gelen ölümler göreceli olarak karşılaştırılmaktadır. Bu çalışmaya göre yıllık üretilen elektrik teravatsaati başına nükleer enerji üretimi 8, doğalgaz 85, kömür 342, petrol 418, hidro 884 ve LPG 3 bin 280 ölüme sebebiyet vermiştir. İnsan, hayatı boyunca teknolojinin getirdiği çeşitli olanaklardan yararlanmak ve hatta hayatta kalabilmek için çeşitli risklerle karşı karşıya kalır. Örneğin, yolculuk etmenin riskli olduğu bilinir ama evde oturmak da risklidir, çünkü tüm kazaların yüzde 40'ı evlerde olur. Araştırmalara göre erkek olmak 2800 gün, kalp hastalığı 2100 gün, kömür madeninde çalışmak 1100 gün, kanser 980 gün, yoksulluk 700 gün, alkol 130 gün, intihar 95 gün, uçak kazaları 1 gün, baraj yıkılması 0,5 gün ve ABD için tüm elektriğin nükleer santrallerden üretilmesi ise 0,03 gün ortalama ömür kaybına yol açacaktır.
AVRUPA NÜKLEERDEN VAZGEÇTİ Mİ? 
SORU: Avrupa'da bazı reaktörlerin kapatıldığı ya da çalışmadığı ve dünyanın nükleerden vazgeçtiği söylenmektedir. Türkiye'de neden yapılıyor?
TAEK: 
Ağustos 2010 itibariyle dünyada 29 ülkede toplam 373 bin 673 Megavat (MWe) kurulu güce sahip 440 nükleer reaktör işletme halindedir ve dünya elektrik enerjisi ihtiyacının yaklaşık yüzde 15'ini karşılamaktadır.
En fazla nükleer santral 104 ile ABD'ye ait. Fransa'da 58, Japonya'da 54, Rusya'da 32, Güney Kore'de 20, Almanya'da 17, Hindistan'da 19, Ukrayna'da 15, Çin'de 12 adet nükleer santral bulunuyor.
Toplam 2 bin 776 MWe kurulu güce sahip 5 nükleer reaktör yeniden işletmeye girebilecek şekilde uzun süreli kapatma durumundadır. Toplam 59 bin 544 MWe güce sahip 61 nükleer santral inşa halindedir. Bu veriler ışığında dünyanın nükleer santralden vazgeçtiğini söylemek mümkün değildir. Halen Bulgaristan'da 2, Finlandiya ve Fransa'da 17'şer adet 1600 MWe gücündeki reaktörler inşa halindedir. Ayrıca Fransa ve İngiltere yeni nükleer güç santralleri yapmayı planlamaktadır.
ÇEVRE DOSTU MU?
SORU: Nükleer enerji çevre dostu bir enerji üretim seçeneği midir?

TAEK: Nükleer enerji çevre dostu bir teknolojidir. Çünkü; nükleer santralların güvenlik değerlendirmesi bağımsız lisanslama kuruluşları tarafından son derece tutucu varsayımlara göre yapılmaktadır. Ayrıca bu santrallar işletmede oldukları sürede sürekli denetim altındadır. Bu nedenle nükleer santralların çevre ve insana zarar verebilecek şekilde kaza yapma riski, günümüzde kullandığımız diğer teknolojik ürünlere göre yok denecek kadar azdır. Nükleer enerji üretim zinciri, tümüyle ele alındığında sera gazı salımı konusunda en temiz seçenektir. Günümüzde nükleer santraller, elektrik sektöründen kaynaklanan sera gazı salınımında yıllık olarak yaklaşık yüzde 17 azalmaya sebep olmaktadır. Yani bu santrallerin yerine fosil yakıtlı santrallerden elektrik elde edilseydi her yıl 1,2 milyar ton karbon atmosfere verilecekti.
SORU: Nükleer santral turizm yatırımlarını olumsuz etkiler mi?
TAEK: Dünyada pek çok turizm ülkesi nükleer enerjiden faydalanmaktadır. Örneğin Fransa'da Paris'e 200 kilometreden daha yakın alanda 6 nükleer santral bulunmaktadır. İspanya'da Madrid'e 200 kilometreden daha yakın alanda 3 nükleer santral bulunmaktadır. Bradwell santrali Londra'ya 70 kilometre mesafededir.
AKKUYU'DA KURULMASI PLANLANAN SANTRAL
SORU: Akkuyu'da kurulması düşünülen VVER-1200 tipi nükleer santral yeni bir teknolojidir. Türkiye pilot proje mi olacaktır?
TAEK: 
Henüz VVER-1200 tipi reaktörlerin işletiminde olan bir modeli bulunmamaktadır. Ancak bu reaktörler işletimde olan VVER-1000 reaktörlerinin güvenlik ve performans açısından geliştirilmiş modelleridir. Ayrıca işletimde olan bir reaktör hazırlık ve inşa süreleri dikkate alındığında en az 15 yıl eski teknolojiler üzerinde kurulu bulunmaktadır.
Nükleer reaktörlerin lisanslanması aşamasında tesisin güvenli bir tasarıma sahip olup olmadığının değerlendirilmesi inşaat lisansı başvurusu üzerine yapılır. Daha sonraki aşamalarda tesisin tasarıma uygun bir şekilde inşa edilip edilmediği takip edilir. VVER-1200'ler Rus düzenleyici kurumlarından inşaat lisansı alınarak Rusya'da kurulmaya başlanmıştır. Dünyada, inşa halindeki 10 adet VVER tipi reaktörlerden 4'Ü VVER-1200 tipi reaktörlerdir.
SORU: Kurulacak santralde silahlanma kapsamı var mıdır?
TAEK:
 Akkuyu'da nükleer santral kurulmasıyla ilgili Rusya Federasyonu ile yapılan anlaşma tamamen barışçıl uygulamaya yönelik olup silahlanma kapsamı bulunmamaktadır.
Rusya tarafından Akkuyu'da inşa edilecek VVER-1200 AES-2006 tasarımı da dahil nükleer güç santralleri silah üretmek için tasarlanmamaktadır.
SORU: Nükleer bir santralin ömrü ne kadardır?
TAEK:
 Yeni nükleer santral tasarımlarının ömürleri 60 yıl olarak öngörülmektedir.
YATIRIM MALİYETİ
SORU: Nükleer santralin yatırım süresi ve maliyeti ne kadardır?

TAEK: Dünyada nükleer santrallerin yapım süresi ilk betonun dökülmesinden takiben ortalama 6-7 yıl civarındadır. Tüm proje dönemi düşünüldüğünde bu süre 10-12 yıl civarında olabilir.
Dünyada işletmeye giren son reaktörler ve yapım sürelerine bakılırsa, Rusya'daki Rostov-2 santralinin yapımı 9 yıl, Hindistan'daki Rajastan-5 ve 6 santrallerinin her ikisi 7'şer yıl sürmüş, Çin'deki Lingao-3 5 yılda, Qinshan-2 ve 3 ise 4,5 yılda tamlanmıştır. Japonya'daki Tomari-3 santrali 4,5 yılda işletmeye girmiştir. Nükleer reaktörlerin ilk yatırım maliyetleri yüksek ama işletme ve yakıt maliyetleri çok düşük tesislerdir.
400 MİLYON AVROYA SÖKÜLEBİLİYOR
SORU: Nükleer santral sökülmesi teknolojisi mevcut mudur ve maliyeti nedir?

TAEK: Nükleer tesislerin sökülmesi ve yeşil alana dönüştürülmesi için gereken teknoloji vardır ve bazı ülkelerde sökme uygulamaları yapılmaktadır.
Örneğin ABD'de 860 MWe gücündeki Meine Yankee 1996 yılında kapatılmış, 2004 yılında kullanılmış yakıt depolama dışında koruma binası yıkılmıştır. Almanya'da kurulu bulunan standart bir nükleer santralın (1200 MW gücünde) işletmeden alınması, sökülmesi ve yeşil alana dönüştürülmesinin maliyeti 400 milyon avro olacağı tahmin edilmektedir.
DÖRT DENEME DE BAŞARISIZLIKLA SONUÇLANDI
SORU: Bugüne kadar neden Türkiye'de nükleer santral kurulmadı?
TAEK
: Türkiye'nin ilk nükleer santralinin kurulmasına yönelik olarak değişik tarihlerde girişimler yapıldı. Maalesef bu girişimlerin hiçbirisi sonuca ulaşamadı. 1973 yılında kurulmasına karar verilen 80 MWe gücündeki prototip santral projesi daha sonra daha büyük bir santralin kurulmasına karar verilince iptal edildi.
1977 yılında çıkılan ihaleyi İsveç'in ASEA-ATOM firması kazandı. Ancak, 1980 darbesi nedeniyle İsveç hükümeti kredi vermeyince bu proje sona erdirildi. 1982 yılında gerçekleştirilen ihale hükümetin yap-işlet-devret modelindeki ısrarı ve üretilen elektriğin alımı için Hazine garantisi verilmemesi nedeniyle başarısızlığa uğradı. 1997 yılında yapılan ihale ise 2000 yılındaki büyük ekonomik kriz nedeniyle iptal edildi.
DÜNYADAKİ NÜKLEER KAZALAR
SORU: Geçmişte olan nükleer santral kazaları hakkında bilgi verir misiniz?
TAEK:
 Nükleer enerji üretimi geçmişine bakıldığında raporlanmış kazalardan Çernobil ve Three Mile Island (TMI) kazaları kor erimesi ile sonuçlanmıştır. Sadece Çernobil nükleer güç santralindeki kaza ölümle sonuçlanmış olup kaza anında 30 kişi hayatını kaybetmiştir. Ayrıca kazanın çevresel etkileri de olmuştur.
1990 yılında UAEA tarafından oluşturulan Uluslararası Nükleer ve Radyolojik Olay Ölçeği (INES) sisteminde ise nükleer güç santralleri için kazayı tanımlayan, seviye 4 üzeri olay yer almamaktadır. Seviye 3'te ise tesis sahası dışında çevre ve halkın etkilemediği raporlanan 12 olay sunulmaktadır.
NÜKLEER KAZA DURUMUNDA İYON TABLETLERİ NİÇİN KULLANILIYOR?
SORU: Nükleer kaza durumunda iyot tabletleri niçin, ne zaman, nasıl kullanılır?
TAEK:
 İyot tabletleri, radyoaktif olmayan iyot bileşikleridir. Nükleer tehlike durumlarında ortaya çıkabilecek radyoaktif bulut içerisinde yer alan radyoaktif iyotun tiroitte tutulmasını önlemek üzere, iyot tabletlerinin en sıra süre içinde alınması gereklidir. İYot tabletlerinin, vücudun diğer radyoaktif maddelere maruz kalmasını engelleyici özelliği yoktur.
Tabletler, mümkünse aç karnına alınmalıdır. İyot tabletleri genellikle iyi tolere edilir. Sindirim bozuklukları gibi yan etkiler çok nadiren görülmekle beraber, uygulama kesildiğinde kendiliğinden geçer.
Kaynak: NTV

19 Temmuz 2011 Salı

Coca Cola, Pepsi'ye Karşı

Şarap uzmanlarının kırmızı şarabı beyaz şaraptan ayırt edemediklerini öne sürmek önemli. Bknz: Şarap Deneyi. Ama siz gelin de, Coca Cola ve Pepsi fanatiklerine kendi sevdikleri kola markasını diğerinden ayırt edemeyecekleri hele bir söyleyin. Karşınızda anında, bunu yapabileceklerini göstermek için size meydan okuyan öfkeli bir kalabalık bulursunuz.

Kola dogmasını sorgulamaya cüret eden kişi Baylor Tıp Okulu'ndan Real Montague oldu. Montague, 2005 yılında bilimsel olarak kontrollü bir "Pepsi mi, Coca Cola mı?" deneyi yaptı. Katılanlara üzerinde marka etiketi olmayan iki bardakta Pepsi ve Coca Cola sunuldu. İkisini de içmeleri ve hangisinin tadını beğendiklerini söylemeleri istendi. Sonuç ikisi için de eşitti -yani katılımcıların sevdikleri kola markasıyla, bu çalışmada yaptıkları tercihler arasında hiçbir ilişki yoktu. Açıkça görülüyor ki, deney katılan kişiler iki kolanın tadını birbirinden ayırt edemiyorlardı. Bu sonuçlar Coca Cola ve Pepsi hayranlarını dehşete düşürdü. Onlar hala kendilerinin ikisini birbirinden ayırt edebilecekleri konusunda ısrar ediyorlardı -bilime ve iki markanın da belli olmadan sunulduğu bu deneye lanet okudular.

Montague deneyini bir adım daha ileri götürdüğünde, kola fanatikleri için durum daha da kötüye gitti. Bu kez, deneyinden katılımcılara iki bardak kola verdi -birinin üzerinde Coca Cola etiketi vardı, diğerinin üzerinde etiket yoktu. Deneklerin neredeyse yüzde 85'i üzerinde Coca Cola yazan içeceği daha çok sevdiklerini belirtti. Ama aslında her iki bardakta da aynı içecek, Coca Cola vardı. Üzerinde Coca Cola etiketi olan bardağın içindeki içecek, etiketsiz olana göre daha lezzetli bulundu. Daha sonra Montague, deneklerine , birinin üzerinde Pepsi etiketi bulunan ve diğerinde bulunmayan iki ayrı bardakta Pepsi verince aynı sonuçlara ulaşamadı. Bu buldu, coca Cola'nın pazarlama departmanının daha iyi çalıştığı ve müşterileri, üzerinde Coca Cola etiketi bulunan içecekleri tercih etmeye yönlendirmek konusunda başarılı olduğunu gösteriyor -içeceklerin tatlarının nasıl olduğunun bir önemi yok. Montague durumu şöyle anlatıyor:

Bu içecekleri tüketetn insanların sinir sistemlerine kendini gizlice yerleştiren görsel imgeler ve pazarlama mesajları bulunuyor. Bu kültürel mesajlar, tat alma duyusunu etkileyebilir.


Montague son olarak deneklerini MR tarayıcısına soktu; Coca Cola ve Pepsi içerken beyinlerini gözlemdi. Tabii kolaları cihazın içinde deneklere içirmek kolay olmadı. Hiçbir yöne iki milmetreden fazla harektin mümkün olmadığı ve yüzünüzü yalnızca bir yöne çevirebildiğiniz bir cenderenin içinde, soğuk kolayı ağzınıza ancak plastik tüplerle ağzınıza götürebiliyorsunuz.

Montague, bir kutu Coca Cola'nın görüntüsünü, henüz içeceği plastik tüpten ağızlarına püskürtmeden önce deneklerin üzerinde bulunan ekrana getirdiğinde, deneklerin beyin görüntüleri yılbaşı ağacı gibi aydınlandı. Ama Coca Cola'yı vermeden önce, renkli ışıkla ekranı aydınlattığında ya da kutu Pepsi görüntüsü gösterildikten sonra Pepsi sunulduğunda beyin etkinliği çok daha az oluyordu. Başka deyişle, Coca Cola'nın reklamları beyindeki sinir hücreleri üzerinde ölçülebilir bir tepki yaratıyordu.

Montague'nin deneyinin biraz da ürkütücü olan sonuçlarından biri de, reklamların kafamızın içindeki sinir hücrelerinin bağlantılarını gerçekten değiştirebildiğini ve dış dünyayı algılama biçimimizi etkileyebildiğini ima etmesi. Reklamlar, gerçekliği algılama biçimimizi yeniden programlayabiliyor, bizi tatları neredeyse aynı olan şekerli, karbonatlı iki içeceğin tatlarının birbirinden farklı olduğuna inanmaya zorluyor. Bu yüzden Pepsi ve Coca Cola tutkunları iki meşrubatın birbirinden farklı olduğunu söylediklerinde, bu onlar için gerçekten de doğru oluyor. Çünkü markayı görmek tat alma deneyiminin ayrılmaz bir parçasıdır; onların beyinleri içindeki bağlantılar bu şekilde. Kolaların tatlarının birbirinden farklı olmadığını söyleyenler de doğru söylüyor. Onlar birbiriyle bağdaşmayan dünyalarda yaşayan sürekli birbiriyle atışan iki insan türü gibiler- gazlı meşrubat tutkunları ve gazlı meşrubat kuşkucuları. Ama bu türlerin birinin dişlerinin diğer türe oranla çabuk çürüdüğü kesin.

Kaynak: Kafası Güzel Filler ve En Acayip Deneyler (Alex Boese) Sayfa 41

Geçen bende bir markette bu deneyi canlı olarak yaşadım. Markette bir adamın teki kola alacağı belli, raflara bakıyordu eline ilk önce Pepsi aldı baktı baktı sonra yanındaki arkadaşı "Ağa bak burda Coca Cola var demesi üzerine Coca Cola olan yere yöneldi ve Coca Cola'yı aldı. Bende Coca Cola'yı alırdım.

8 Temmuz 2011 Cuma

Tıp tarihinde çığır açan başarı

Yapay nefes borusu, insan dokusu kullanılmadan tamamen hastanın kendi kök hücrelerinden üretildi.

Laboratuarlarda geçmişte üretilen nakiller sadece dokuları içeriyordu. İsveç’in başkenti Stockholm’de gerçekleştirilen nakilde kullanılan nefes borusu, Londra’daki tıp laboratuarlarından üretildi.

Stockholm’deki Karolinska Üniversitesi Hastanesi’nde yapılan ameliyat, 9 Haziran günü gerçekleştirildi. Doktorlar, 36 yaşındaki hastanın sağlık durumunun iyi olduğunu belirtti. Ameliyatta yer alan Dr. Paolo Macchiarini, hastayı yarın taburcu etmeyi planladıklarını söyledi.

Devrim niteliğindeki naklin kahramanı olan hasta, tüm kanser çeşitleri arasında görülme oranı sadece yüzde 1 olan nefes borusu kanseri hastasıydı. Dr. Macchiarini, hastaya kemoterapi, radyasyon ve ameliyatlar dahil her türlü tedavi şeklini denediklerini ancak yapay nefes borusu üretilene kadar hiçbir yöntemin sonuç vermediğini ifade etti.

Nefes borusu kanseri, tüm kanser çeşitlerinin arasında sadece yüzde 1 oranında görülüyor. BBC, mucize tedavi hakkında belgesel çekeceğini açıkladı.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Donuyorum, Eriyorum Ama Gene de Yaşıyorum

Odun Kurbağası
Bazı hayvanlar kış gelmeden ılıman yerlere göç eder,
bazıları kış aylarında kendilerini toprağın derinliklerine gömer ya da kış uykusuna yatar. Kuzey Amerika'nın Kuzey Kutbu'na yakın bölgelerinde yaşayan odun kurbağaları (Rana sylcatica) ise kışı bambaşka geçiriyor. İlginç bir şekilde kış mevsimi süresince birkaç defa donma-erime döngüsü içine girip çıkıyorlar. Kış aylarının en dondurucu zamanlarında toprak yüzeyine yakın olan yaprakların altında, çevrelerindeki her şeyle birlikte don kurbağalar, hava ılımaya başlayınca eriyerek yaşamsal faaliyetlerine geri dönüyor. Yapılan araştırmalar neticesinde dondurucu soğukla karşılaşan kurbağaların vücutlarındaki suyun büyük bir kısmının donduğu, yaklaşık dört hafta kadar donmuş vaziyette kaskatı kalan kurbağaların sıcaklığının yükselmesiyle birlikte buzlarının çözülmeye, kalplerinin de tekrar atmaya başladığı tespit edilmiş. Tekrar yaşama dönen kurbağalar neredeyse 1 gün içinde hareketleniyor ve hayatlarına kaldıkları yerden devam ediyorlar. Kurbağaların bu şekilde donup çözülmesinin arkasındaki mekanizmayı araştıran bilim insanlarının bildirdiğine göre, odun kurbağalarının kanlarında "doğal antifiriz" sistemi var. Yani havadaki buz kristalleri kurbağa ile temas edince önce kurbağanın derisi donuyor ve vücudu sert ve gevrek bir hal alıyor, neredeyse yere düşseler kırılıp ses çıkaracak halde oluyorlar. Daha sonra kanlarında bulunan özel bir protein (nucleating proteins) kandaki suyun donmasını sağlıyor. Oluşan buzlar kurbağaların hücrelerindeki suyun yaklaşık % 70'ini emiyor. Bu sırada kurbağanın karaciğeri çok miktarda glikoz (bir çeşit şeker) salgılamaya başlıyor. Salgılanan glikoz, boşalan hücreleri doldurarak onlara destek oluyor. Oluşan şeker solüsyonu hücrelerden daha fazla su çekilmesine engel oluyor, çünkü suyun tamamı boşalırsa kurbağaların gerçekten de sonu olur. Aslında hücrelerin içi hiçbir zaman donmuyor, sadece hücrelerin dışında bulunan su donmuş durumda.Suyunu kaybeden hücreler ozmotik olarak büzülüyor ve içleri yoğun kıvamlı, şekerli şurup ile doluyor, bu da dokuların donma noktasını düşürüyor. Donan kurbağalar bu şekilde haftalarca kalabiliyor; kalp atışı yok, beyin aktivitesi yok, yani hiçbir yaşamsal faaliyet yok. Sonra hava ısınmaya ve buzlar erimeye başlayınca kurbağanın vücudu da içten dışa doğru içten dışa doğru çözünmeye başlıyor. Su yavaş yavaş hücrelere geri dönüyor ve kalbin yeniden atmaya başlamasıyla birlikte kan dolaşımı ve sonrasında nefes alıp verme başlıyor. Araştırmacılar bu müthiş biyolojik olayın organ nakli araştırmalarına ışık tutabileceğini düşünüyor. Günümüz koşullarında doktorların bağışlanmış bir organı bekleyen hastanın vücuduna nakil etmeleri için sadece birkaç saatleri oluyor. Çok fazla beklenirse organ zarar görüyor ve işlevini kaybediyor. İnsanlara dondurulmuş organı nakil etmek mümkün değil, çünkü hücreler su kaybından dolayı ölüyor. İnsan kanında kurbağa kanında olan özel protein olmadığı için, insan hücrelerinde su kalmadığında suyun yerini dolduracak şekerde olmuyor. Günümüzde bazı dokular, örneğin embiriyo ve sperm hücreleri özel tekniklerle donmuş halde uzun süre korunabiliyor. Fakat bu işlem 50 yıl öncesine kadar bilinmiyordu. Bu yüzden bilimin gelecekte bir çok önemli soruna çözüm getireceği konusunda umutlu olup sabırla beklemekten başka çaremiz yok.

BİLİM TEKNİK TEMMUZ 2011

3 Temmuz 2011 Pazar

Kuru Su

Küresel ısınmayı engelleyecek bir formül arayan bilim insanlarının yeni icadı, "kuru su" oldu.
Bu madde su taneciklerinin silika kumuyla kaplayarak üretiliyor...
Görünüşü pudra şekerini andıran "kuru su," küresel ısınmanın ana kaynağı karbondioksitin emilimi ve depolanmasında çığır açacak.
Yüzde 95’i sudan oluşan bu madde, su taneciklerinin silika kumuyla kaplanmasından elde ediliyor.
Amerikan Kimyasal Toplumu’nun Boston’daki toplantısında tanıtılan bu su içilemiyor, ancak sanayide kullanılmasıyla çevre dostu bir üretime yol açacak.
Profesör Andrew Cooper ve Ben Carter, kuru suyun kullanımıyla sanayide ortaya çıkan pek çok kimyasal reaksiyonun da kaybolacağını savunuyor.

Uçan Motosiklet

Avustralyalı helikopter pilotu Malloy, bütün servetini uçan motorsikleti icat etmeye harcadı. Malloy, 2,5 yılın sonunda istediği sonuca ulaştı. 


Helikopter pilotu garajında dünyanın uçan ilk motosikletini icat etti. 32 yaşındaki Avustralyalı helikopter pilotu Christopher Malloy bütün servetini uçan motorsikleti icat etmeye harcadı. Malloy, 2,5 yılın sonunda istediği sonuca ulaştı.
Geleceğe yönelik proje olan "Hoverbike" 3048 metreye kadar çıkabiliyor ve hızı 100 mph olabiliyor. Malloy, araba motoru ve karbon fiber uçak gövdesi kullanarak "Hoverbike"ı icat etti.
148 kilometreyi yaklaşık 45 dakikada kat eden bu taşıtın fiyatının 45,000 ingiliz sterlininden (yaklaşık 119 bin TL) fazla olması bekleniyor.
Güvenlik açısından da oldukça başarılı olan "Hoverbike"de düşerken kullanıcı yaralanmasın diye paraşütler var. Ayrıca 3 eklentisi de düşüşte Hoverbike’ın parçalanmasını engelliyor.
Christopher Malloy, "İcadımdan yüzde 100 emin değilim çünkü şehir içinde hiç denemedim. İplerden kurtulduktan sonra nerelere gideceğini tahmin etmek zor. Bir yandan da icadıma bir şey olacağından da korkuyorum çünkü türünün tek örneği" dedi.
Malloy, görenlerin Hoverbike’ı Star Wars filmindeki taşıtlara benzettiğini de söyledi.

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Penisiyle ses rekoru kırdı!


Dünyanın en gürültücü hayvanı bulundu! Ancak asıl sürpriz, hayvanın bu sesi çıkarma şekli.



Fransız ve İskoç bilimciler, yıllarca süren araştırmalar sonucunda, cüssesine kıyasla en fazla ses çıkarabilen hayvanı tespit etti.
Sadece 2 milimetre boyundaki tatlı su böceği Micronecta scholtzi, kendisine çiftleşecek eş ararken 99.2 desibele kadar ses çıkarmayı başararak dünyanın en gürültücü hayvanı ünvanını kazandı. Ancak asıl ilginç olan, su böceğinin bu sesi, penisini karnına sürterek çıkarması.
Biyolog ve mühendislerden oluşan ekip, bugüne kadar ses değerlerini kaydettikleri hayvanlar arasından bu böceğin birinci gelmesini şaşkınlıkla karşılamış. Micronecta scholtzi’nin çıkardığı sesin şiddetinin ortalama 78.9 desibel olduğunu belirten araştırmacılar, bunun hareket halindeki bir yük treninden çıkan sese denk olduğunu vurguluyor.

Mars'ta bir zamanlar okyanus varmış

ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin kızıl gezegen Mars’ı gözlemleyen Mars Orbiter uzay aracının çektiği görüntüler, bilim dünyasında yeni bir tartışma başlattı. Geçmişte, Mars’ın kutup bölgelerinde buz halinde su olduğu tespit edilmiş, göl ve okyanuslar bulunduğuna dair bulgular elde edilmişti. Mars Orbiter’ın gönderdiği en son görüntüler, Mars’ta antik okyanuslar bulunduğunu güçlendirdi.


Wired dergisinde yer alan habere göre Mars’ın yüzeyindeki coğrafi oluşumları inceleyen bilim insanları, tespit ettikleri “gözyaşına benzeyen adaların”, Trinidad’daki deniz tabanlarında oluşan tümseklere çok büyük benzerlik gösterdiğini fark etti.

Texas Üniversitesi’nden jeolog Lorena Moscardelli, “Bu bulgulara dayanarak, Mars’ın yüzeyindeki gözyaşına benzeyen adaların derin bir okyanusun içinde oluştuğunu söyleyebiliriz” dedi.

Benim fikrim: Şimdi bu haberi ciddiye almıyoruz ama birkaç yıl sonra su bulamadığımızda hemen uçarız Mars'a.

13 milyar yıl öncesinden gelen ışık

Gökbilimciler evrenin erken döneminden kalma bugüne kadarki en parlak cismi tespit etti.
Hawaii'de bir İngiliz teleskobunun saptadığı dev boyutlardaki 'süper kara delik', evrenin başlangıç noktası kabul edilen Büyük Patlama'dan sadece 770 milyon yıl sonraki haliyle görülüyor.
Keşfin ayrıntılarını Nature dergisinde yayımlayan gökbilimciler, tespit ettikleri ışığın neredeyse 13 milyar yıl mesafe katettikten sonra dünyaya vardığını söylüyor.

Araştırmanın evrenin erken dönemine ve süper kara deliklerin oluşumuna ilişkin yeni ipuçları vermesi umuluyor.
Yakın zaman içindeki başka araştırmalar dev boyuttaki kara deliklerin evrenin ilk döneminde oluştuğu fikrini pekiştiriyor.
Londra'da bulunan Imperial College'da görevli olan, araştırma ekibinin başkanı Dr. Daniel Mortlock, ''Teknik adıyla bir kuasar ile karşı karşıyayız. Kendisi karanlık olan dev bir kara deliğin çevresini saran gaz ya da toz bulutu o kadar yüksek sıcaklığa ulaşıyor ki, bütün bir galaksinin yıldızları yanında sönük kalıyor.'' dedi.
Ancak ne kadar parlak olursa olsun, dünyadan bakan birine kızılötesi ufak bir nokta gibi görünüyor.
Gökbilimciler bu yeni cisme ULAS J1120+0641 gibi akılda tutması biraz zor bir isim verdi.
Tespit edilen kuasar evrende çok uzaklarda olsa dahi, bugüne değin kayda geçen en uzak cisim rekoru, evrenin erken döneminde ölen bir yıldızdan dünyaya ulaşan gama ışın patlamasına ait.
Fakat Hawaii'deki teleskobun tespit ettiği kuasar yüzlerce kez daha parlak.
BBC'ye konuşan Dr. Mortlock, 13 milyar yıl uzaktan ışık yayan bu gaz ya da toz bulutunun çevrelediği kara deliğin, kütle olarak bizim güneşimizden 2 milyar kat daha büyük olduğunu söyledi.

Bilim Teknik Temmuz 2011

Bilim Teknik Temmuz 2011 çıkmış. Kapak konusu "Süperiletkenlik" gerçekten süper birşey.


Süper iletkenlikle ilgili güzel bir video

Kimya

Kimya bilimi doğada mevcut olan bütün maddeleri inceleyen bir bilim dalıdır, tüm madde-enerji ilişikleri baz alındığında Kimya, en genel tanımda bir mekanik, daha da ötesinde bir kinematiktir. Kısaca Kimya, hareketi ve sonuçlarını inceler. Burada hareket söyleminden kasıt, özünde elektronların hareketidir (buna "elektronik hareket" deniyor). Kimya bu bağlamda büyük ölçüde kuantum mekaniğinden, yani mikromekanikten güç alır. Kimya'da büyük (yığınla) maddenin makroskopik incelenmesi yalnızca Termodinamik ve Akışkanlar Mekaniği dallarında söz konusudur; geriye kalan kimya tamamen mikro boyutlara sahiptir. Mikro-makro özellikler arası geçiş ise yine bir başka kimya dalı olan "İstatistik Mekanik" yoluyla sağlanır. Fizik ile Kimya arasındaki kesin bir sınır olmamakla birlikte genel olarak söylenebilir ki Fizik ve Kimya'nın yüzde 80'i tıpatıp aynıdır, geriye kalan yüzdelik dilim farkı uygulama niteliğinde farkeder; örneğin kimyacı için gezegenlerin mekanik incelenmesi ya da bir topun eğik atış hareketi önemli olmadığı gibi, fizikçi için de organik kimya içeriğinin bir anlamı yoktur. Yaklaşık 3,5 milyon organik, 2 milyon kadar da anorganik bileşik olduğu düşünülürse, Kimya bilimi yaklaşık 6 milyon bileşiğin incelenmesini kapsar, bu konudaki bilgi ve etkinlikleri sistemli hale getirmek, bir sistematik geliştirmek amacıyla birbiriyle ilgili bileşikleri, sistemleri, yöntemleri ve amaçlarını gruplayan birçok alt dala ayrılır: Analitik kimya, Biyokimya, Anorganik kimya (İnorganik kimya), Organik kimya, Fizikokimya,Kuantum mekaniği, İstatistik mekanik, Kuantum kimyası, Nükleer kimya, Katı hal kimyası, Sıvı hal kimyası, Plazma kimyası, Parçacık kimyası (Yüksek enerji kimyası) başlıca Kimya dallardır. Kimya denilince ilk önce aklımıza bütün maddeleri inceleyen bilim dalı gelmelidir. Özellikle maddelerin yapı taşlarını inceler. Kimya Mühendisliği (isminden yola çıkılarak) Kimya sektörü olarak değerlendirilmemelidir. Kimya'nın bir sektörü yoktur, olamaz; Kimya Mühendisliği kimyasal maddelerin sanayide üretimi, kontrolü ve üretim şemalarının dizaynı ile ilgilenir, Kimya mühendisinin kimyager ile yaptıkları iş bazında hiçbir ilgisi yoktur. Kimya mühendisliği daha ziyade bir tür sanayi mühendisliği olarak değerlendirilmelidir.





Osmiyum Metali

Osmiyum, simgesi Os, atom numarası 76, atom ağırlığı 190.23 akb, erime noktası 3045.0 °C, kaynama noktası 5027.0 °C olan bir geçiş metalidir. Oda sıcaklığında 22.4 g/cm³ ile bilinen en ağır yoğunluklu metaldir. Gümüşi renkte bulunur. Yunanca koku manasına gelen osmë 'den gelir. Tükenmez kalemlerin toplarında, bazı aletlerin millerinde ve flamanlarda kullanılır, platin ile birlikte çıkar.






1803'te Smithson Tenant tarafından bulunan bu metal, platin yataklarında çok zor bulunan, platin yatağının kalitesini belirleyen bir elementtir. Uysal ve ark. (2007, 2008) tarafından yayımlanan bilimsel çalışmalarda Türkiye'nin değişik bölgelerindeki kromitit cevherlerinin ortalama 80-100 ppb civarında Os içeriğine sahip olduğu, toplam PGE (Os, Ir, Ru, Rh, Pt, Pd) içeriklerinin ise ortalama 250-300 ppb civarında olduğu ortaya konulmuştur.



Osmiyum’un oksit bileşeninin zehirli olması nedeniyle nadiren kendi saf haliyle kullanılır. Osmiyum metalinin en büyük kullanım alanı, diğer metallerle çok sert alaşımların oluşturulmasıdır. Bu alaşımlar, çeşitli aletlerde kullanılan millerin, fonograf iğnelerinin, dolmakalem uçlarının ve benzeri aletlerin yapımında kullanılır. Osmiyum tetraoksit, parmak izi tesbitinde ve mikroskopla incelenmek üzere hazırlanan yağlı doku preparatlarının boyanmasında kullanılır. Kuvvetli bir oksidan olarak yağları tutar ve bu nedenle biyolojik zarların onarılmasını sağlar. Bununla birlikte osmiyum atomları elektron sıklığına sahiptir. Bu durum OsO4’ ü farklı nitelikteki biyolojik malzemelerin TEM’de çalışılması için önemli bir boyama malzemesi yapar ve mikroskopta incelenmek üzere hazırlanan yağlı doku preparatlarının boyanmasında kullanılır. %90 platin ve %10’luk osmiyum alaşımı tıpta da cerrahi protezlerde kullanılmaktadır.
Osmiyum’un 7 tane doğal olarak oluşan izotopları vardır. Bunlardan 5’i duraylı, diğer 2’si de çok uzun yarılanma ömrüne sahiptir. Osmiyum metalinin işlenmesi oldukça zordur. Ancak toz ve sünger haldeki metal yavaşça osmiyum tetroksiti oluşturur. OsO4 çok toksiktir ve 130 °C’ de kaynar. Havadaki 10-7 gr/m3 kadar düşük OsO4 bile akciğerde, deri ve gözde ciddi hasarlara yol açabilir. Osmiyum ilk olarak 1803’de Londra’da Smithson Tennant tarafından, Platin’in kral suyu(HCl ve HNO3 karışımı) ile çözülmesi sırasında arta kalan artık çözeltide saptanmıştır. Bu metal genellikle İridyum ve Osmiyum’un doğal alaşımı olan İridiosmiyum’da ve Ural dağları ile Güney ve Kuzey Amerika’daki platin içeren dere kumlarında bulunmaktadır. Aynı zamanda Ontorio, Kanada’daki Sudbury yatağında nikel içeren cevherde diğer platin grubu metallerle birlikte bulunmaktadır. Bu cevherlerdeki platin metallerinin miktarı küçüktür ancak çok yüksek hacimlerdeki nikel cevheri bu grup metallerin ticari olarak kazanımını mümkün kılıyor. % 99 saflıktaki Osmiyum tozunun fiyatı 100 US$/ gr dır.

Platin grubu metaller (Platin, Palladyum, İridyum,Osmiyum, Rutenyum, Rodyum) genelde birincil olarak magmatizmanın değişik evrelerinde bulunurlar. İkincil olarak ise, plaser yataklarda gözlenirler.
Dünyada bilinen Platin Grubu metal kaynakları, başlıca (Bushveld) G. Afrika Cumhuriyeti, (Ural) Rusya, ve (Sudbury) Kanada’da toplanmıştır. Dünya platin grubu metal üretiminin %98’i bu ülkelerin elinde olup, geri kalan %2’si başta A.B.D ve Kanada olmak üzere diğer ülkelere dağılmıştır.
Türkiye'de bilinen bir PGM rezervi olmadığı iddia edilse de son verilere göre Bulgaristan'ın 2.500 tonluk ikinciliğine rağmen, ülkemizde 127.000 ton Osminyum olduğu değerlendirilmektedir.